Genel Futbol Yazıları

Puan Durumu, Hava Durumundan Müteessir Olur

Bu yıl “ilk kar” Ankara’ya epeyce geç geldi; ama yine de, bizim Gençlerbirliği deplasmanımıza yetişmeyi becerdi. Çarşamba öğleyin daha Samsunspor maçını radyodan dinlemeye başlamadan önce ani bir baskın yapan kar yağışı, akşama kadar etkisini sürdürdü.

Nedense o gün de bizim sağa sola koşuşturmak, mesaiden çıkıp iftar yemeğine gitmek, sonra tekrar hastaneye uğramak, eş dost ziyaret etmekten mürekkep yoğun bir programımız vardı. Biz bunları yaparken, kar yağdı da yağdı. İlk kar taneleri düşerken başlayan “Bu kar tutar”, “Yok ya tutmaz!” gibi tahminlerin bazıları tuttu, bazıları tutmadı; ama kar kesinlikle ve resmen tuttu, okulları falan da tatil ettirdi.

Neyse, Allah yüzümüze baktı da, o müthiş kar yağışı süresince kazasız belasız, kaymadan çarpmadan arabamızı kullanıp evimizin önüne varabildik. Yani, futbol ağzıyla, kar bayağı bastırdı, lâkin bize gol atamadı.

Malûmunuz, bizim takım bu hafta Ankara’da, Gençlerbirliği’nin misafiri. Hâl böyle olunca, daha çarşambadan, kupada tur atlamanın sevincini doyasıya yaşayamadan lig maçının sıkıntısı aldı beni. Bu yağış pazara kadar devam eder mi; hava çok soğuk olur mu; 19 Mayıs’ın zemini buz tutar mı?..

Bilen bilir, Ankara’nın kış maçları pek çetin geçer. Bazı haftalar, bırakın top oynamayı, ayakta durmak bile imkânsız hâle gelir. Hiç unutmam, yıllar önce bir Ankaragücü maçı oynamıştık karda kışta; hava buz gibi, saha buzun ta kendisi. Bizimkiler duruma vâkıf olamayıp sıradan ayakkabılarla çıkmışlardı sahaya. Oysa ev sahibi takımın ayağında çivili kramponlar vardı. O zamanki kaptanımız Kemal Serdar, temiz kalpli bir Karadeniz uşağıydı. Böyle şeyleri fazla takmazdı, o gün de takmadı. Rahatlıkla buz dansı kategorisine sokabileceğimiz bu sportif aktiviteyi Ankaragücü 5-2 kazandı. Bizimkiler sürekli yere düşerken, rakip oyuncular bordo-mavi formaların arasından slalom yapıyorlardı. Bugün Beşiktaş’ın menaceri olan Sinan Engin, Formula 1 için modifiye edilmiş bir Leopard tankı edasıyla öyle bir hırpalıyordu ki bizim savunmayı, Allah düşmanıma göstermesin hani!..

Ankaragücü, o sezonun ikinci devresinde, bizden sonra, bahar aylarında, İstanbul’un üç büyükleri ile de kendi sahasında oynadı. Hiçbirine gol atamadı; her defasında bizden yediği iki gole iki daha ekleyerek mağlup oldu: 0-4, 0-6 ve 0-8. Haliyle, ligin son haftasında son galibiyeti alan, diğer bir deyişle, Ankara’da Ankaragücü’nü en farklı yenen takım ligi şampiyon bitirdi. Kara kışta bize 19 Mayıs’ı dar eden Başkent ekibi, ilkbaharın gelmesi ve havaların ısınmasıyla doğru orantılı olarak bir misafirperverlik trendine girmişti.

İşte o zaman anladım ki, hangi takımla ya da hangi şehirde, hangi mevsimde oynayacağınız noktası, ligdeki başarınız için çok önemli bir etken. Bunun üzerine, kafamda, “fikstür avantajı” deyiminin yeni bir tanımını yaptım. Daha önceleri, bizim yöneticilerin, teknik adamların ve oyuncuların demeçlerini okuyup okuyup “fikstür avantajı”nın ne olduğunu bulmaya çalışırdım da, beceremezdim. Ortada, genelde şöyle bir tablo olurdu: Bizim takım özellikle derbileri kaybetmiş, şampiyonluk yarışındaki rakiplerinin sekiz on puan gerisine düşmüş, üçüncü veya dördüncü sırada; lâkin herkes pek rahat, onları yetişip geçeceğiz evvelallah, zira fikstür avantajı bizde! Niye? Çünkü, en zorlu rakipleri atlatmışız, geriye zayıf takımlar kalmış. İyi de, o zorlu rakipleri yenmiş miyiz? Hayır, hepsine yenilmişiz.! Ne harika bir fikstür avantajı anlayışı değil mi?

Sonradan anladım ki, her takım her takımla oynar; önce ya da sonra olmasının fisktür avantajı diye bir duruma yol açması söz konusu değildir. Tamam, “fikstür avantajı” diye bir şey vardır elbette; ancak bu, tamamen coğrafik ve meteorolojik bir terimdir.

Açıklamaya, bizim yöreden başlayalım: Trabzon ve Rize, ülkemizin en çok yağış alan iki ilidir. Bazen öyle bir yağış olur, futbol sahaları kendilerine öyle bir göl süsü verirler ki, yerel iklime aşina olmayan deplasman takımı, fiilen, af buyrun, lağım faresine döner. Bu nedenle, bu iki deplasman için en uygun mevsim, yılın en az yağışının düştüğü ilkbahar mevsimidir.

Öte yandan, Galatasaray ve Göztepe kupa mücadeleleri de göstermiştir ki, Erzurum gibi buzul çağı düzeyinde kışa sahip memleketlere kış mevsiminde misafir olmak, Ankara deplasmanından da beter ve ümitsiz bir durumdur. Bu tip deplasmanları, ağustos-ekim arasında veya nisandan sonra oynamak büyük kısmettir. Ha unutmadan… Ankara söz konusu olduğunda, ağustos ayı da sakıncalı kategoriye girer. Çünkü Ankara, kışı gibi yazı da asla çekilmeyecek bir şehirdir. İdeal ziyaret zamanı, eylül 15’ten ekim sonuna kadar olan süre veya nisan ayının ortasından mayıs ayının ortasına kadarki zaman dilimidir.

İzmir ve Antalya gibi coğrafyalardaki en önemli tehlike ise nemli sıcaktır. Buralarda yazın, bırakın gündüz maçlarını, gece randevuları bile bir ıstıraptır. Yaz deyince, mayıs ve ekim aylarının tamamını da mevsime dahil etmek yerinde olacaktır. Bu deplasmanları kışın halletmek en büyük avantajdır.

İklimsel özellikler açısından en az sakınca doğuran deplasman kentlerimizden biri ise İstanbul’dur. Her ne kadar, sürpriz kar yağışları ve nemli yaz sıcakları olsa da, meteorolojik etkenler genelde katlanılabilir düzeydedir. Ayrıca, bu deplasmanlardan puan çıkarmak, resmen olmasa da fiilen yasaklılık hâli arz ettiğinden, misafir oyuncuların kendilerini fazla sıkmasına gerek yoktur ve bu kardeşlerimiz, doksan dakikayı huzur içinde tamamlayıp evlerine dönme hakkına sahiplerdir.

Bu yazıda da açıkça görüldüğü gibi, ligimizin puan durumu, hava durumundan derinden etkilenmektedir. Binaenaleyh, iyi bir taraftarın televizyonlardaki spor bültenlerinden sonra hava durumunu da seyretmesi ve kış mevsiminde maça giderken, zincir, takoz ve çekme halatı bulundurması yerinde bir yaklaşım olacaktır. Buna karşılık, literatürde, deplasmanlara “döner bıçağı” veya “samuray kılıcı” gibi yerel ya da evrensel enstrümanlarla gitmenin yararını gösteren hiçbir bilimsel çalışma yoktur. Maça bu aletlerle gelen yaratıkların da, taraftarlıkla ve sporseverlikle asla ve asla ilgisi bulunmamaktadır. İlgililere duyurulur…