Ameliyat Masası

Davor’a Dair

Ligin başlamasına çok kısa bir süre kaldı ve biz hâlâ dördüncü yabancı hakkımızı kullanamadık. Belki de kullanmak istemedik. Yılmaz Vural ısrarla sağ kanat oyuncusu isterken, yöneticiler ve Trabzonspor yazarlarının önemli bir bölümü çok iyi bir forvet alınmasının doğru olacağını düşünüyorlar. Doğrusu ben de dağıtıcı bir santrafor transferinden yanaydım. Çünkü bugüne kadar takımını şampiyon yapan bir sağ kanat oyuncusu görmeyen gözlerim bunu başaran nice golcüye şahit olmuşlardı.

***

Türkiye’de tedavisi olmayan bir hastalık var. Bu illete genelde taraftarlar ve spor yazarları yakalanıyorlar. Hastalık , kişinin bir takım hakkında o takımın teknik direktöründen daha mantıklı fikir yürütebildiğini zannetmesi şeklinde kendini gösteriyor. Yani benim , Yılmaz Hoca’nın sağ kanat ısrarının anlamsız olduğu ve yeni transfer Vugrinec’in ligde yetersiz kalacağı yönündeki düşüncem sağlıklı bir çıkarım olabileceği kadar bu hastalığın belirtisi de olabilir. Öyle ya , Yılmaz Hoca bunca para verilecek bir oyuncuyu etraflıca soruşturmuş , kasetlerini izlemiş , yardımcısı Muhsin Ertuğral’dan da ayrıntılı bilgi almıştır herhalde. Dahası haftalardır Davor’un antrenmanlardaki performansını gözlemledi. Adamın bir bildiği vardır elbette.

***

Yalan söylemenin en güzel yolu istatistiktir “ derler. İşte Davor’la ilgili istatistiki bilgiler : Trabzon’da üç , Almanya ve Bursa’da ikişer maç olmak üzere yedi kez Trabzonspor forması ile sahaya çıkmış. Attığı toplam gol sayısı üç ve bu 0.43’lük bir ortalamaya karşılık geliyor. Davor’un geçen yılki gol ortalaması ise 0.48. Birbirine çok yakın rakamlar. Geçen yılki Şota’dan biraz iyi , önceki senekinin ise yarısı kadar. Ama önceki yılki Davor da geçen sezondan daha iyiymiş. Tomislav Derek öyle diyor.

***

Kim mi bu Tomislav Derek ? Hırvatistan futbolunun İnternet’teki sayfasını hazırlayan kişi. Vugrinec’in bendeki ilk izlenimi biraz silik olunca e-mail , yani elektronik posta , marifetiyle Tomislav’a durumu anlatmış ve Vugrinec hakkında bilgi istemiştim. Dün , Hırvat dostumuzdan ayrıntılı bir cevap geldi. Kısaca özetliyorum…

***

Davor henüz çok genç olduğundan her genç oyuncu gibi bazı kötü oyunlar çıkarması normaldir. Ona biraz sabır gösterirseniz büyük yeteneklerini sergilemeye başlayacağından eminim. Vugrinec , 18 yaşında ilk takımı olan Varteks’te oynamaya başladığında kendi kuşağının en yetenekli oyuncularından biri olarak kabul ediliyordu. Kısa sürede hem kendi takımının hem de ligin en iyi golcülerinden biri oldu. Hiç şüphe yok ki , en iyi dönemi Varteks’in sürpriz bir şekilde şampiyonluk mücadelesi verdiği 1995-96 sezonu oldu. O yıl kaleci Mrmic’le birlikte Varteks’in en iyi oyuncuları oldular. Bir çok menacer ve büyük Avrupa kulübü kendisi ile ilgilenmeye başladı. Böylece fiyatı çok arttı. Varteks , Davor’u Avrupa’ya satarak para kazanmaya çalıştı. Bir ara Olimpik Marsilya’ya gitmesine ramak kalmıştı. Bu gelişmeler Davor’un ligdeki performansını etkiledi. Transfer pazarlıkları kafasını karıştırmıştı. Ligde onüç gol atabildi. Ama kupa maçlarında daha iyiydi ve Avrupa Kupası maçında Lokomotif Moskova’ya iki gol atma başarısını gösterdi. “

***

Tomislav , yazısının sonunda Vugrinec ile ilgili yeni haberler istiyordu. Hemen ASGD finalinde iki gol attığı müjdesini verdim. O’na hepimizin Davor’u Şota ile kıyasladığımızı yazmıştım. Tıpkı Ajax taraftarlarının Şota’yı Kluivert ile mukayese etmeleri gibi. Sahi , Şota da Umbro turnuvasında pek silik kalmıştı. Çünkü yeni ve daha büyük bir takımdaydı artık. Yani yazgıları Davor ile benzerdi.

***

Bursa’daki gol görüntüleri ve Hırvatistan’dan gelen mektup beni biraz rahatlatmıştı. Zaten ne demişti bilge kişiler : “ Korku ve endişelerimizden kurtulmanın yolu araştırmak ve bilgi edinmektir ”. Belki bir de , sorumluluk verdiğimiz insanlara güvenebilmek…

 

 

 

 

************* Riku ***************

 

Yavuz Gökmen, Türk futboluna, gazetelerimizin spor sayfalarına “ kitap “ kelimesini muhtemelen ilk sokan kişidir. En azından bugünkü en sadık kitap dostudur. Daha önce çeşitli gazetelerde çalışmıştı ama ben O’nu ilk kez bugünkü adresi, Hürriyet’te tanıdım ; okuyucularının çoğu gibi. Gökmen, aslen bir siyaset yazarıydı. Ama spor sayfalarındaki ünü, zamanla asıl köşesinin tabelasını gölgede bırakacak kadar büyümüştü. İlginç ve alışılmadık fikirleri, kendine özgü sorun tespit tarzı ve çözüm önerileri de adıyla birlikte spor sayfalarına taşınmıştı. Koyu bir Galatasaraylı’ydı. Koyu ne kelime, zaman zaman Galatasaray’ın hiçbir başarısızlığını, hatasını görmeyecek kadar Cim-Bom aşkıyla doluydu. Galatasaray’ın ülkemizin tek çağdaş kulübü olduüu, en azında olması gerektiği konusunda hiç şüphe taşımıyordu. Ama sevgili Galatasaray’ı daha da iyi, çok iyi, en iyi olmalıydı.Sürekli projeler üretmeli, çağdaşlıkta diğer kulüplere örnek teşkil etmeliydi. Bu müsbet gelişmelerin yolu da edebiyattan, sanattan geçiyordu, geçmeliydi.

Galatasaray’ın son yıllardaki büyüklüğü, hayallerine bile erişilememesinden kaynaklanmıştır. Ve bu büyük hayallere ulaşmak için, büyük yatırımlar gerektiği unutulunca, gerçek ortaya çıkmış, Galatasaray tökezlemiştir. Şimdi yeniden hayal kurma zamanıdır. Ve bu hayal, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası Şampiyonluğu hayali olmalıdır. Kuşkusuz bunu başarmak için önce Türkiye Liginde şampiyonluk gerekmektedir. Bunun için de öncelikle hayallerine erişilemez bir teknik direktöre ihtiyaç bulunmaktadır. Ancak başarının temeli, takımın tam profesyonel alt yapısının oluşturulmasından geçmektedir. Metin Oktay Tesisleri bir kampüs haline getirilmelidir. Burada, menajer, teknik direktör, teknk adamlar ve futbolcular için lojmanlar yapılmalıdır. Kitaplıklar ve büyük ekranlı TV-video sistemleri kurulmalıdır. Antrenmanlar dışında, çocuklara dünyanın en güzel sinema flmleri izletilmeli, belgeseller gösterilmelidir. Futbolcular, opera, bale ve tiyatro ve konserlere götürülmeli, bir örnek kıyafetler içinde, sinek kaydı traşlı yüzleriyle ekol yaratılmalıdır. Burada bir kültür ve futbol cenneti yaratılmalıdır.”…

Yazarın, rahmetli Turgut Özal’ın bir sözünden alıntı yaparak “ Hayallerimize bile erişemezler “ başlığını koyduğu 22 Nisan 1995 tarihli bu spor yazısında, benim bildiğim kadarıyla ilk kez “ kitap “ kelimesini kullanıyor. Yaklaşık altı ay sonra, Galatasaray’ın Avni Aker’de Trabzonspor’a farklı mağlup olduğu bir maçtan sonra yazdığı “ Kurtlar sofrası “ yazısında ise “ kitap “ kelimesi başrollerden birini oynuyor :

Trabzon sahasında sarı kırmızılı fularlı tek Galatasaraylı bendim. Bunu gene yapacağım. Böylece onlara, gerçek galibiyetin rakip takım taraftarlarının varlığı sırasında, onlarla kardeşçe kenetlenerek alınan galibiyet olduüunu kanıtlayacağım. Trabzonspor kulübünün kitaplığına kitaplarımı yollayacağım. Onların kitaplık kurmalarına destek olacağım. Tüm kulüpleri kitaplık kurmaya zorlayacağım. Tüm futbolcuların baleye, tiyatroya, sinemaya gitmelerini, ellerinden kitap düşmemesini sağlamaya çalışacağım. Tüm taraftarların, maç saatini beklerken kitaplara dalmalarını bekleyeceğim. Önce sarı-kırmızılı tribünlerde, onbinlerce “ Küçük Prens “ yaratmak için didineceğim.”…

Gökmen’in bu satırlarını ütopik, hayalperest bulabiliriz. Hatta samimi olmadığını, spor sayfalarında farklı ve seçkin bir konuma oturmak için futbol dünyamızın kültür düzeyini kullandığını söyleyebiliriz. Ama bu, ortadaki gerçeği değiştirir mi ? Türkiye’de kitap okunmadığın söylemek elbette haksızlık olur. Ancak kitap okumayı ciddi bir alışkanlık haline getirmiş insanlarımızin önemli bir bölümünün futbola pek yüz vermediği de bir gerçek. Ya da başka bir bakış açısıyla, geceyi stadyum kapısında bilet kuruüunda geçiren, her zaman ve zeminde tribünlerdeki yerini alan sadık futbolsever kitlenin fazlaca kitap okumadığını düşünürsek pek yanılmış olmayız. Oysa Yavuz Gökmen‘in hayalinde rol almak için öyle uygun bir ortam var ki, stadyumlarda. Çünkü, özellikle TV’den yayımlanmayan büyük maçları seyredebilmek için saatlerce kuyrukta ya da tribünde bekliyor insanlarımız. Bazen tezahürat yaparak, ama biraz da sıkıntıdan patlayarak. “ Eloğlu “ otobüste, metroda kitap okuyor da biz neden tribünde kitap okuyarak beklemeyelim maç saatini. Hem bir bakmışız, elimizdeki kitaptan okuyacağımız bir cümle rakip takım taraftarına, oyuncusuna, hakemlere daha hoşgörülü bakmamızın bir anahtarı oluvermiş.Dünyada bizim kısır çekişmelerimizden, öfke ve nefret ağırlıklı rekabet anlayışımızdan farklı şeyler de olduğunu görüvermişiz, kaybedilen bir maçtan sonra ağlayıp sızlamak yerine tercih edebileceğimiz nice güzel uğraş buluvermişiz kendimize. Saplantılarımızdan, komplekslerimizden kurtuluvermişiz meğer. Üstelik küfür falan da etmez olmuşuz artık.

Çünkü statlarda bir küfür dönemi rüzgarı esiyordu. Bu küfür döneminin kapatacak tek şey kitaptan ibaretti. Türkiye’de kitap okumayan milyonlar yaşıyordu. Gelir dağılımındaki korkunç adaletsizlik ve devletin yanlış politikaları, maçlardan önce yapılan budalaca siyasi ajitasyona eklenince ortaya kaçınılmaz olarak küfür çıkıyordu. Bu yüzden uluslararası maçlarda yabancı futbolcuların sırtlarında soyadları yazarken bizimkşlerin adları yazıyordu. Futbol Federasyonu bir soyadı devrimi bile yapamamış, futbolcuların ikinci sınıf insanlar olduğunu kabullenmiş görünüyordu. Soyadı devrimini Basketbol Federasyonu yapmıştı. Çünkü basketbolcular ve basket seyircisi kitaba kavuşmuş kişilerden oluşuyordu. Sonuçta statlardaki küfür döneminin ancak kitabın bitireceği açıkça anlaşılıyordu. Devlet acilen kitaba sübvansiyon yapmalı ve fiyatlarını büyük ölçüde ucuzlatmalıydı. Kültürü teşvik edecek her türlü önlem statlarda maçtan önce altı saat küfür eden değil, bu süre zarfında kitap okuyan bir seyirci topluluğu yaratacaktı. Böylece küfür ortadan kalkmış olacaktı. Bilmem o günleri görebilecek miyiz ?”

Yalan değildi, futbolsever mi, küfürsever mi oldukları pek anlaşılamayan insanlarımız altı saat süresince aralıksız küfür edebilme yeteneğine sahiptiler. Oysa “ eloğlu “, ya da diğer adıyla “ gâvur “ o süre içinde iki adet “ fast food “ lokantası açıyordu dünya üzerinde. Bizim futbol fanatiklerimiz, bırakın kitabı Mc Donald’s restoranlarında tepsilere yerleştirilen tanıtım kağıtlarını okuma zahmetini gösterseler anlayacaklar zamanı ne boş işlerle geçirdiklerini. “ Gariplerimin Mc Donald’s restoranına gidecek parası mı var ? “ demeyin lütfen. Maç biletine nasıl para buluyorsa Amerikan lokantalarına da öyle buluyor bizim vatandaş. Oralarda bir şeyler yemek güzel şey aslında ve ben de gidip yiyorum. Ama bir de uygarlığın markalı yemek, markalı giymek olmadığını ; batıdan ilk almamız gereken şeyin okumak, araştırmak, beyinsel gelişme sağlamak olduğunu da anlayabilsek ; ne güzel olacak.