Fırtına, İhtilal, Efsane,Trabzonspor

Medya-Trabzonspor ilişkisi aşka değil mantığa dayanır!..

“…….. basın, bunu da yazın!” terbiyesizliğinin en çok seslendirildiği yerin Avni Aker, en sık duyulduğu cenahın Trabzonspor tribünü olduğunu söylemek mümkün değildir, ancak Trabzonsporluların yıllardır basına ciddi yoğunlukta sitem ettikleri de bir gerçektir. Gösterdikleri olağanüstü başarılara ve -futbolumuzun bugünkü yapısına baktığımızda- kesinlikle “mucize” diyebileceğimiz şampiyonluklara rağmen, basının takımlarına hak ettiği yeri vermediğini düşünen Trabzonsporluların oranı %100’e epeyce yakındır! Bununla birlikte, bu düşüncenin doğruluk oranının yüzde kaç olduğunun hesaplanması hiç de kolay değildir.

Trabzon’un Duayeni” namıyla yazan ve en sevimli ve de en “otantik” Trabzonspor yazarlarından biri olan Kemal Yıldırım’ın “Medya, komedya!” yazısı dahi -gördüğünüz gibi- yukarıdaki soruya farklı yanıtlar sunmaktadır. Dahası, bu satırların yazarının da soruya katı ve mutlak bir yanıtı bulunmamaktadır. Belki de en doğru değerlendirmeyi yapmak için işe en baştan başlamak doğru olacaktır. Devrim Sağıroğlu’nun “İlk biz uyandık” sözüyle işaret ettiği günlerden…

Doğal olarak, Trabzonspor’un 2.Lig yıllarında bir basın sorunu yoktu. Zira, son maça kalan iki şampiyonluk serüveninin o son haftaları hariç, kimsenin “Trabzonspor” diye bir konusu yoktu. Üçüncü ciddi denemede gelen şampiyonluk da, yine doğal olarak, herhangi bir 2.Lig şampiyonluğu kadar yer bulmuştu gazetelerde ve tek kanallı televizyonda. Futbolun Trabzon’daki tarihini ya da Trabzon futbol tarihini yakından bilebilen birkaç spor yazarının, bu tarihsel zenginliğin yüzü suyu hürmetine biraz daha geniş açıları seçmeleri, biraz daha geniş yer ayırmayı düşünmeleri bile beklenecek bir şey değildi ya; birinin çıkıp da “Bu takım seneye final oynayacak, ondan sonraki sene de şampiyon olacak” demesi halinde deli muamelesi göreceği kesindi. Haliyle, Trabzonspor, milli ligdeki yerini sessiz sedasız aldı.

Hepsi bir yana, dikkatli gözlerden kaçmayan önemli bir nokta da yok değildi hani. Önceleri, ülkenin dört bir yanından topladığı oyuncularla lige çıkma mücadelesi veren Karadeniz ekibi, son denemesinde, kadrosunun tamamına yakınını kendi çocuklarından oluşturmuş ve onların başına yine kendi ocağından bir ağabey dikmişti. Elinde tespihi ve başında kasketiyle, iddiasız ve bir o kadar da zararsız bir tip gibi görünen Ahmet Suat hoca ve onun talebeleri, sadece bu “özkaynak” özelikleriyle bile “haber” değeri taşıyorlardı aslında.

Doğrusu, Trabzonspor, ilk işareti, 2.lig şampiyonluğunu kazandığı sezonda, ama bir 2.Lig maçında değil de, Fenerbahçe karşısındaki kupa mücadelesi sırasında vermişti. 1. Lig’deki ilk yıllarında tatsız tuzsuz maçlar oynamakla birlikte, ligin yeni takımı geleneğine hiç uymayan bir şekilde az gol yiyor olmaları (30 maçta sadece 17 gol ile sezonun en az gol yiyen takımı; kalede gol görülmeyen 16 maç, hiçbir maçta 3 gol yememek, sadece 3 maçta 2 gol yemek) yine bir “haber”di. Üstelik bu kez, Fenerbahçe ile girdikleri kupa mücadelesini başarıyla atlatmışlar ve finale dek gelmişlerdi. Lig dokuzuncusu Trabzonspor’un spor sayfalarındaki payı, dokuzunculuktan biraz daha yukarıda, ama mecburen yine ortalarda bir yerdeydi.

İkinci sezon başlarken gelen işaret –anlayana- futbolumuzda bir şeylerin çok fena değişmekte olduğunu anlatır gibiydi. Galatasaray deplasmanında elde edilen galibiyetle daha ilk haftadan inada başlayan bordo-mavililer, kısa sürede, hak edenlere, “İlk biz uyandık” sözünün onurunu yaşatacak düzeye ulaşacaktı. Sezon bittiğinde ise tüm sayfalar bordo-mavi ve Türk futbolu ise artık eskisi gibi değildi. Zamanın ender taraftar organlarından biri olan Sarı Kanarya gazetesi bile, Trabzonspor’u, poster yaparak kutluyordu. Ancak onların bir de mazereti vardı: Trabzonspor’u şampiyon yapan şey, İstanbul kulüplerinin birbirine düşmesiydi!..

Sonraki sezonlarda dinmeyen Trabzonspor fırtınası, on yıldan kısa bir sürede altıncı şampiyonluğuna ulaştığında bile, Trabzonspor cephesinde, medyanın Trabzonspor’a ayırdığı yer pek tartışılmıyordu. Sayısız galibiyet, onlarca kupa ve üstüne üstlük Türk futbol kamuoyunun alışık olmadığı Avrupa zaferleri Trabzonspor’u hep gündemde tutmaya yetiyordu. Ortada tartışılacak bir şey yoktu.

 

Ve başlıyor…

Bin dokuz yüz seksen dört, bir anlamda Trabzonspor’un medya yarasının gerçek anlamda açılmaya başladığı yıl oldu. Ülkenin değişen dengeleri ve değerleri, Trabzonspor’un saha başarılarına ufak ufak dur derken, basının adını da “medya” olarak değiştiriyordu. Ne yazık ki, basındaki tek değişiklik isim değildi; karakter de ciddi şekilde değişmekteydi. Birkaç yıl içinde, önce ilk özel televizyon kanalı açılacak, çok gecikmeden maçlar bu kanaldan yayımlanmaya başlayacak; bunu hızla diğer kanallar izleyecekti. Türkiye, büyük bir değişimle tanışırken büyük bir parayı da paylaşmaya çalışıyordu. Ortak parola ise “reyting” idi!

Şimdi burada bir nefes alıp geriye dönelim ve hiç değilse kendimizce önemli bir saptama yapalım: Türk futbolunda İstanbul emperyalizmi hep vardı; iletişimi yetersiz bir ülkenin birbirinden kopuk şehirlerinde yaşayan futbolseverler, basın aracılığıyla hep üç büyüklerin haberlerini okuyorlardı. Haber ve yorum kalabalığı bugünkünden çok daha azdı elbette, henüz ağır bombardıman düzeyinde değildi; ama az ve öz olan aynı zamanda tek tipti, yetiyordu. Üç büyüklerin şimdiki medya desteği ise artık “mega” boyutta. Sadece futbol yayınlarıyla değil, her programda futbolsevere, Vietnam savaşının propaganda yöntemlerinden pek de farkı olmayan, “Üç büyükten birinin taraftarı olun, hayatınız kurtulsun!” çağrılarında bulunuluyor.

Oysa, Trabzonspor’un altın yıllarında böyle bir durum söz konusu değildi; Trabzonspor, ezici üstünlüğüne rağmen bu silahı kullanamadı. Yine de, yurdun en ücra köşelerine ulaştı, çok geniş bir taraftar kitlesi edindi, dilden dile anlatılan gerçek bir efsane haline geldi. Buna karşılık, bugünkü medya olanaklarıyla erişebileceğinden daha azına erişti. Bu cümlelerin bir hayıflanma olarak, bir “keşke” duygusuyla yazıldığını sanmayın; Trabzonspor, bu vıcık vıcık propaganda döneminden kendine çıkar sağlamadığı için benzerlerinden farklı kaldı bir yerde. Çok çok geniş olmasa da, çok sağlam ve çok sahici bir taraftar kitlesine sahip oldu, en masum şekliyle. Ve, başarılarına devam edebilseydi her şeye rağmen, bu kitlenin, nicelik ve nitelik olarak büyüyüşünü önleyebilmek ne medyanın ne de başka bir gücün harcı olamazdı herhalde.

 

Trabzonspor sayfaları

Ekranlar yeni yeni kanallara yer açarken, yazılı basın da, spor, yani futbol gazeteleriyle yeni bir deneyin içine giriyordu. Çok doğal olarak, dört büyük kulübün taraftarını ana hedef kitle olarak seçen ve fakat nihayetinde büyük ölçüde at yarışı meraklılarının cüzdanlarına endekslenen rengârenk gazeteler. Üç büyük gazetenin de bir spor gazetesi kardeşi vardı artık.

Trabzonspor, spor gazetelerinde hemen kendine özel birer sayfa buldu. Bu sayfalar elbette bahşedilmedi. Trabzonspor, tıpkı İstanbul’daki muadilleri gibi güçlü ve etkili idi; ünü Avrupa’ya yayılmış bir markaydı; ve medya, bir yandan bu markanın meraklılarına haber ulaştırma görevini yerine getirirken, bir yandan da bu markayı kendi hesabına paraya çevirme hakkını kullanıyordu.

Spor gazetelerindeki Trabzonspor sayfaları genelde “dolu” sayılırdı. Sadece, birinin haber tazeliği yetersiz gibiydi; üstelik 900’lü hat reklamları hep Trabzonspor sayfasına denk geliyordu. Zaten bu gazetenin de ömrü kısa oldu. Yaşamını bugüne kadar sürdüren diğer ikisinde ise Trabzonspor sayfası hâlâ var; birinde genelde yarım sayfaya inmiş olmakla birlikte. Reklâmlar derseniz, artık ikisi de reklâmları Trabzonspor sayfasına koymakta bir anormallik bulmuyor.

Yayın hayatına yeni başlayan ve kendine yer bulmaya çalışan üçüncü bir gazete de var bu arada. Onun politikası ise, üç büyükler dışında “Anadolu” adıyla bir sayfa sunmak. Bu, güncel başarı düzeyi ne olursa olsun, Trabzonspor taraftarlarının kabullenebileceği bir şey değil elbette. Gazete mi haklı çıkacak, taraftar mı, bunu sadece zaman biliyor.

Spor ya da futbol gazeteleri alt konusunu kapamadan önce, ömrü pek uzun olmayan ama bu alanda son döneme öncülük eden Fotospor’a da bir değinmek gerekir galiba. Asil Nadir’in, oğlu Birol Nadir için kurduğu bu organ, kendine özgü yayın politikası ile dikkat çekiyordu. Birol beyin Galatasaray sevgisi nedeniyle, daha ziyade bu kulübe ait haberlere ağırlık veren gazetede ikinci sırayı Fenerbahçe alıyordu. Beşiktaş ve Trabzonspor ile pek ilgilenmeyen Fotospor’un bu tavrının en belirgin örneği, 1989-90 kupa finali haberiydi. Dönemin statüsü gereğince tek maç olarak İzmir Atatürk Stadı’nda oynanan maçı, Beşiktaş 2-0 kazanarak kupaya sahip olmuştu. Gazete, haberi, birinci sayfanın sağ üst köşesindeki küçücük bir kutu içinde verip ayrıntısını 3.sayfaya atmıştı. Birinci sayfanın tamama yakınını dolduran konu ise diğer iki büyüğün günlük antrenmanlarıydı.

 

Güneş ve yansımaları

Seksenli yılların başlarını ve ortalarını, sadece Trabzonspor’un medyadaki payının düşmeye başladığı dönem olarak tanımlamak, yansımaları ta günümüze kadar sürecek bir olayı atlamak olur. O dönem, Trabzonspor Başkanı, genç, dinamik ve başarılı işadamı Mehmet Ali Yılmaz’ın, becerisini ve etkisini inşaat sektörünün ötesine taşımak ve basın patronu olmak kararını verişini de kapsar aynı zamanda. Klasik günlük gazetelere rakip olarak ortaya çıkan Güneş’i satın almıştır Yılmaz. Bugünün Star’ının İstanbulspor’a ve sonrasında da Adanaspor’a verdiği desteğe asla yaklaşmamakla birlikte, bırakın Star vakasını, her dönemin büyük gazetelerinin İstanbul kulüplerine gösterdiği candan ilgiyi ve verdiği büyük desteği bile neredeyse çağrıştıramayacak bir boyutta bir Trabzonspor sempatisi vardı Güneş’in sayfalarında.

Doğrusu, Başkan ve Patron Yılmaz kendine has bir adamdı; hiçbir çalışanına, benim kulübümü kayırın, diyecek kişilikte değildi; ancak, spor servisi çalışanları, kendilerine, o günün şartlarının epeyce üzerinde gelir sağlayan patronlarına duydukları minneti bir şekilde ödemek ihtiyacı duyuyorlardı belki de. Hem, bu elemanların bazıları –belki birçoğu- daha önce mesai harcadıkları organlarda işin raconunu öğrenip gelmişlerdi Güneş’e. Yine de, dedik ya, bu ilgi ve destek asla dejenere olmadı, hemen hemen yağsız ve cilası kararında bir vasıf tutturdu hep. Öyle ki, en dikkatli okurların belleğinde bile çok az manşet kaldı o günlerden. İllâ da örnek derseniz; bir Kocaeli deplasmanından beraberlikle dönen, yani şampiyonluk yolunda puan kaybeden bordo-mavililer için şöyle bir maç başlığı atılmıştı meselâ: “Trabzon’un Körfez çıkarması: 1-1”

Yılmaz’ın gazeteyi devrinden sonra da devam etti Güneş’in Trabzonspor sempatisi. Elemanlar vefalı çıkmışlardı doğrusu. Dahası, Yılmaz’ın Güneş’inde çalışanlar, daha sonra emek verecekleri gazetelere de taşıdılar bu vefayı, uzun süreli bir “hoşgörü” şeklinde; Yılmaz’ın görevde olduğu ve olmadığı yıllarda.

Aradan zaman geçip de Mehmet Ali Bey’in Trabzonspor ve Trabzon kenti ile ilişkisi beklenmedik bir değişim gösterince, Güneş’in Trabzonspor üzerindeki yansımaları bu kez çok daha farklı bir biçimde gösterdi kendini. Yılmaz’ın, 31 Aralık 2000 seçimini kaybetmesi, uçuruma yuvarlanmaktan son anda kurtulan Trabzonspor’u, bu kez de peşpeşe patlatılan parça tesirli bombaların verdiği harabiyetle başbaşa bırakmıştı. Eski medya patronu ve eski spor bakanı Yılmaz’ın bazı eski elemanları, yeni yönetimi adeta abluka altına almışlardı. Saha sonuçlarından parasal krizlere, satılan oyunculardan alınan yenilere kadar her nokta didik didik ediliyor, hiçbir etik değere uymayacak yazılar sayfalara yerleştiriliyordu. Yıllar ve yıllar uzaklıktaki Güneş’den uzanıp gelen ışınlar, tüm fizik kurallarını altüst edecek düzeyde yakıcı ve zararlıydı…

 

31 Aralık sonrası medyası

Medyadaki, 31 Aralık sonrasında başlayan bu tuhaf Trabzonspor yaklaşımı, sadece Güneş hadisesi ile de sınırlı kalmadı ne yazık ki. Ortalama futbolsever üzerinde gazetelerden daha etkili olan televizyon kanallarında da müthiş bir değişim gözleniyordu eşzamanlı olarak. Özellikle, tartışmaları sabahlara kadar süren iki program vardı ki, basın-yayın okullarında ders olarak okutulması, hocalar tarafından “Aman, siz sakın böyle şeyler yapmayın!” diye üzerinde önemle durulması gereken yayınlar yaptılar bıkmadan, usanmadan, utanmadan, sıkılmadan. Trabzonspor ve mevcut yönetimi hakkında ne kadar olumsuz şey söyleyecek insan varsa, onların hemen hepsine söz verdiler saatlerce. Trabzonspor’a ve yöneticilerine her türlü hakarete fırsat tanırken, Trabzonsporlu yöneticilerin ve hatta başkanın telefon bağlantısı yaparak kendilerini ve kurumlarını savunmalarına izin vermediler. Ülkenin en isimsiz, en sahipsiz spor kulübüne bile böyle bir saldırı yapılmamıştı o zaman kadar; yetkilerine ve sorumlularına ise böylesine sansür uygulanmamıştı asla. Durum, “Medyanın Trabzonspor’a hak ettiği yeri verip vermediği” tartışmasının çok ötesinde taşmış, doğrudan Trabzonspor’a saldırı halini almıştı. Trabzonspor yönetimi ise ekranda kullanamadığı yanıt hakkını, mahkemelere ve Radyo Televizyon Üst Kurulu’na yaptığı başvurularla kullanmaya çalışıyordu.

 

Skandal, şok, kaos!..

Basın dünyanın her yerinde basın. Dönem dönem, belli kelimeleri, belli deyimleri belleyip kullanıyor. Bunların en ünlülerinden (!) biri de “şok”. Şok kelimesinin spor sayfalarında en çok kullanıldığı yer mi? Tabii ki, Trabzonspor haberleri. Spor müdürleri, Trabzonspor haberlerini bu tip kelimelerle süslemeyi pek seviyorlar. Bu eğilimin öncüsü, çok renkli bir büyük ve genç gazete oldu. Hemen her Trabzonspor haberinde aynı üslubu kullanan bu gazeteye göre, Trabzonspor cephesinde yıllardır her gün bir olay oluyor, her gün bir şok gelişme yaşanıyordu. Şoku, skandal, skandalı da kaos izledi. Birkaç yıl önce başlayan bu “şok” Trabzonspor haberciliği, zamanla diğer gazetelere ve diğer kulüplere yayıldı. Ancak öncülüğü yapan gazete, Trabzonspor taraftarlarınca hiç unutulmadı.

 

Bezdirici transfer balonları

Trabzonspor, Ali Kemal Denizci’nin Fenerbahçe’ye verilmesinden itibaren altyapıdan çıkardığı ya da dışarıdan transfer ettiği bazı yıldızları dönem dönem İstanbul kulüplerine veren bir kurum olmuştur. Zaten İstanbul kulüplerinin gözü de her dem Trabzonsporlu oyuncuların üzerindedir. Ancak Trabzonspor da büyük ve iddialı bir kulüptür ve hiçbir oyuncusunu uzun süre ve yeterince verim almadan, yerine de alternatifini koymadan bırakmak gibi bir tarzı yoktur. İşte medyanın da yanılgısı buradadır.

Yaygın medyanın gözünün Trabzonsporlu oyunculara döndüğü ve transfer haberi yapmaya yeltendiği dönemlerden biri Faruk Özak’ın başkanlığı sırasında yakalanan başarı periyoduna denk gelir. Özellikle Hami, Ogün, Abdullah, Ünal, Tolunay ve Şota hakkında sayısız transfer haberi yapılır. Lakin, zamanın yönetimi tüm bunlara direnir ve kadrosunu bozmaz. Sadece Orhan Kaynak Beşiktaş’a verilir. O da tutunamaz ve yıllar sonra kaderin bir cilvesi olarak bir başka Trabzon kulübüne döner.

Özak’lı yılları izleyen Mehmet Ali Yılmaz döneminde yaygın spor medyasının gözü yine iki Trabzonsporlu yıldızın, Ogün ile Abdullah’ın üzerindedir. Bu kez durum farklıdır da; Trabzonspor çok ciddi bir erozyon ve dejenerasyon fazındadır. Bir süre sonra spor medyasına “Hele şükür!” dedirten imza törenleri gerçekleşir ve başkan Yılmaz iki oyuncusunu Fenerbahçe’ye verir. İki deneyimli oyuncu ile Fenerbahçe’ye yararlı olurlar ve şampiyonluk da yaşarlar; ancak yine de Fenerbahçe medyasına yaranamazlar! Kısa sürede gözden düşerler ve yazarların hedefi haline gelirler. Sonuçta beklenen yaşanır ve ikisi eski Trabzonsporlu da Fenerbahçe’den dışlanır.

Yeni binyıl başlarken İstanbul kulüplerinin ve spor medyasının gözdesi bu kez Gökdeniz Karadeniz’dir. Yerlinin yerlisi bir yıldız olan ve Trabzon plakalı forması ile Trabzonsporlular için çok şey ifade eden bu genç oyuncu için her gün İstanbul’a transfer haberi yapılır. Hatta ülkenin çok ciddi iki haber televizyonunda bile “çok kesin” ifadeli haberler yer alır. Fakat Trabzonspor yönetimi ve Trabzonspor camiası bu sevimsiz ve asaletten yoksun uğraşa direnir. Gelir-gider dengesinin en bozuk olduğu dönemde bile milyonlarca doları elinin tersiyle iterek yıldızını bünyesinde tutar. Buna karşılık bir başka direniş ise spor medyasından gelir. Onlar da her gün Gökdeniz transferi haberi yapmaktan bıkmazlar. Temel amaçları İstanbul kulüplerinin taraftarlarına gazete satmaktır. Yaptıklarının meslek ahlakıyla çelişmesi kendilerine pek dokunmamaktadır. Bu nasılsa hem onların hem de okuyucularının alışık olduğu bir durumdur. Temelde her biri bir İstanbul kulübünün taraftarıdır ve içlerinde hep böyle bir yıldızı kendi takımlarında görme hevesi bulunmaktadır. Kim bilir, belki bazılarının oyuncu menacerleri ile de çıkar ya da gönül ilişkisi vardır.

Yaygın medyanın Trabzonspor’a yönelik bu pervasız transfer taarruzu elinizdeki kitabın son hazırlıkları yapılırken hala sürmekteydi. Trabzonspor yönetimi ise elinden geldiğince sakin kalmaya çalışarak bu sevimsiz çabaya yanıt vermekteydi. Medya elbette alışılmış (!) medyalığını yapıyordu. Lakin Trabzonspor’a düşen de Trabzonspor gibi davranmaktı…

 

Kim haklı?

Yine eskiye dönelim ve taraftarın “Medyanın Trabzonspor’a hak ettiği yeri vermediği” iddiasının peşine düşelim! İçinde olmayan bilmez, bu iddia, bu serzeniş, zaman zaman isyana dönüşen bu “şüphe”, Trabzonspor taraftarının içini uzun süre kemirip durdu. Hem Avni Aker’de, hem İstanbul tribünlerinde, yetmedi, Anadolu’nun dört bir yanında çeşitli şekillerde ifade edildi; iki Trabzonsporlu’nun bir araya geldiği her ortamda açılan bir konu oldu. Bu durum, Trabzonspor taraftarlarına, neredeyse şampiyonsuzluk kadar dert oldu; hatta taraftarların önemli bir bölümünce şampiyonluksuzluğun başta gelen nedenleri arasında değerlendirildi.

Medyanın haksızlığı konusu zamanla öyle genişledi, öylesine kök saldı ki, elinde çocuğunun okul cetveliyle, gazetelerdeki Trabzonspor haberlerinin yüzölçümünü hesaplayıp, bunu diğer üç büyüğün haber alanları ile karşılaştıranlar oldu. Peki bu insanlar haklı bir davanın izini mi sürüyorlardı, yoksa bunca zamanlarını bir vehme mi kurban ediyorlardı? Galiba, ne biri, ne öteki!

Gerçek ne, ya da gerçek var mı?!

Mutlak gerçek tam da şudur, diyebilmek mümkün değil tabii ki. Ancak, gerçeğe yakın gibi gözüken bir şey var ki, Medya-Trabzonspor ilişkisi, aşka değil, mantığa dayanan bir birliktelik. Medya, Trabzonspor’u kayıtsız şartsız sevmiyor; hiç böyle sevmedi; sevmesi için de pek neden yok. Trabzonspor kendi çabası ile çalışıp kazandığı, başardığı, ciddi oranda bir taraftara ve “medya tüketicisi” potansiyeline sahip olduğu sürece medyada yer bulmaya devam etti ve edecek. Bu çabasında, medya, Trabzonspor’a belirgin ve özel bir destek sağlamadı ve bundan sonra da sağlamayacak. Üç İstanbul kulübünden birinin sıkıntıya düştüğü anlarda hissettiği üzüntüyü ve bir yakınını kaybetme paniğiyle refleks ve istemli olarak vereceği desteği vermeyecek. Zira, medyanın, temelde Trabzonspor diye bir sorunu yok. Ayrıca, medyada, patron, yönetici, muhabir, yazar ve genel anlamda eleman olarak Trabzonsporlu -neredeyse- yok.

Durum, bazı özel nedenlerle bunun da ötesine ulaşıyor. Yıllardır tribünlerdeki ve oradan tüm şehre taşan, havaalanında başlayıp yine hava alanına kadar iz süren olayların olumsuz etkisiyle, medya dünyası Trabzonspor’a bir ceza verilmesine çoktan niyetli gibi. İşte bu, tipik bir etki-tepki kısır döngüsü. Bir grup Trabzonspor taraftarı, kendilerine haksızlık ettiği gerekçesiyle İstanbul Basını’nı protesto ediyor, gözdağı veriyor, medya ise buna karşılık kendi silahını kullanıyor ve Trabzon’daki olayları hep olduğundan farklı ve fazla olarak gösteriyor. İşi, Trabzon’dan başka yerde olay çıkmıyor, kalıbına sokuyor. Bu, Trabzonspor taraftarını daha fazla tepki göstermeye itiyor ve kısır döngü tüm sevimsizliğiyle sürüyor.

 

İstanbul basını

Aslında, Trabzonspor camiası, vaziyetin adını koymuş çoktan: “İstanbul Basını”. Burada sorun, camianın, adını koyduğu sorunu kabullenememesinde. Büyük gazeteler ve etkili kalemler çok büyük oranda İstanbul’da ikâmet ediyor; tıpkı, medya tüketicisinin çoğunluğunun orada olduğu gibi. Spor medyası -birkaç istisna dışında- ülkedeki futbolseverlerin, futbolu üç İstanbul kulübünden ibaret görmesinde bir anormallik bulmuyor. Bunu düzeltmek için bir şeyler yapılması gerektiğine, kendine bir görev düştüğüne de inanmıyor. Yani, olay, sadece Trabzonspor’a karşı bir cephe falan değil. Bu ülkenin, İstanbul’daki, Trakya’daki, Başkent’teki ve Anadolu’daki sayısız spor kurumu da aynı dertten muzdarip. Topyekûn bir ilgisizlik, bir yok sayma hali…

Dahası, İstanbul kulüpleri bile medyada buldukları yerden memnun değiller. Galatasaraylı yazarlar, spor medyası ile “%95’i Fenerbahçeli tarafsız spor basını” diye dalga geçiyorlar. Üç Büyük içinde en az eşiti (!) Beşiktaş ise, diğer iki büyüğe oranla çok daha az ilgi gördüğünü düşünüyor.

 

Medya sadece bir ayrıntı

Velhasıl, medya, Trabzonspor’un başarısını veya başarısızlığını belirleyecek etkenler içinde sadece bir ayrıntı. Mutlak belirleyici bir niteliğe sahip değil. Yılların başarısızlığı değerlendirilirken, Trabzonspor’un kendi iç yanlışlarından daha büyük bir engel ise asla değil.

Bugün, Trabzonspor’un klasik gazetelerde ve televizyon kanallarının spor bültenleri ile futbol tartışma programlarında çok az yer bulduğu gerçek. Ancak, futbol gazetelerinde ve çağımızın önemli iletişim araçları olan internet sitelerinde kendi özel bölümlere hâlâ sahip. Bundan sonrası ise, medyadan çok Trabzonspor’un elinde. Trabzonspor, kendine çekidüzen verip çağdaş bir kurum haline gelirse, kendini çok daha iyi temsil edecek isimlerle medyaya ve oradan da futbolsevere ulaşma başarısını gösterirse, medyada bulduğu yeri de genişletecek ve aydınlatacaktır.

Trabzonspor’un medyada bulacağı yer, dediğimiz gibi, elbette saha başarılarıyla da yakından ilgili olacaktır. Fakat bu, sadece lig şampiyonluğuna bağlı, mutlaka şampiyonluk kupasına gereksinim duyan bir ilişki olmayacaktır. Trabzonspor, ligde üst sırlarda yer aldığı, seyri hoş bir futbol sergilediği ve en önemlisi, ülkemizi Avrupa sahalarında cesaretle ve başarıyla temsil eden bir takım kimliğine geri döndüğü gün, yeniden spor medyasının önemli bir figürü haline gelecektir. Bu da, yakınmaya değil çalışmaya, beklemeye değil gidip almaya dayanan bir süreçtir. Ve, Trabzonspor’un geleneği ve yeteneği bu süreç için kesinlikle yeterlidir.