Fırtına, İhtilal, Efsane,Trabzonspor

Kabus da Geçer Elbet; Rüya Nasıl Bitmişti

Seksenli yılların hemen başında, Karadeniz’in, kıyıdaki ağırbaşlı kayalara attığı “uyuma sakın” tokatlarının ta Boztepe’den hissedilen dalgalarına kulak asmaksızın rutin uykusuna dalan bir Trabzonsporlu’nun göreceği şöyle bir rüyanın nasıl yorumlanacağını bilecek bir Allah’ın kulu var mıydı acaba bizim coğrafyada? Ya da şöyle bir rüyayı duyunca “Tövbe!!!” ünlemini seslemeyecek bir Trabzonsporlu:

Maç günü evden biraz erken çıkmışım. Yapacak bir işim de yokmuş ya, biraz tez canlılık, biraz maç heyecanı işte; duramıyor insan dört duvar arasında. Rus pazarına inmişim öylesine. Ruslar pazar kurmuş, diyorum, Trabzon’a. Sovyet Rusya dağılmış, komünizm falan kalmamış dünyada. Orta Asya’da Türk Cumhuriyetleri… Tezgahlarda Lenin rozetleri, kızıl ordu kalpakları, adamların kahramanlık madalyaları, Emperyal Gazinosu’nda çay parasına, Salim Pastanesi’nde iki top dondurma fiyatına…

Rus televizyonunda işçi tulumu içinde, fabrikada, tarlada gördüğümüz asık suratlı genç kadınlar bizim sokaklarda artık. İsimleri komünizmle birlikte uçup gitmiş; hepsine birden toplu halde ‘Nataşa’ deniyormuş. Aralarında üniversite mezunları, doktorlar, avukatlar, mühendisler… Bir “100 Dolar” lafıdır gidiyor. Gariplerim, ellerinde, evlerinde ne var ne yok kapıp getirmişler buraya; açlıktan. Öyle bir sefalet, öyle bir perişanlık… Rusya’nın burnunun dibinde yıllarca komünizm korkusu ile diken üzerinde yaşamak diye bir şey de kalmamış, ne tuhaf. O korku da ölüp gitmiş çoktan.

Taşbaşı’ndan yukarı vurmuşum, hafiften oflaya puflaya. Limana bakmışım ara ara, soluklanırken. Öyle boş, öyle avare ki, inanamamışım. Nerede o şilepler, kamyonlar, TIR’lar, sere serpe bekleyen İran-Irak yükleri. Trabzonspor talip olmuş epeyce bir süre bu boş limanın işletmesine; namus meselesi yapmış hatta. Gazetelere tam sayfa ilanlar vermiş, işin ciddiyetini kamuoyuna anlatmak için; ama alamamış yine de.

Meydanda, ağaç altında, bir çay içip terimi kurutmuşum sonra. Usuldan stadyuma yollanmanın zamanıdır, demişim. İnanmazsın, aslında pek oyuncu falan da kalmamış takımda seyretmeye değecek. İstersen deli de bana, yirmi senedir de şampiyon olamamışız. Yahu, kaç yıl Avrupa yüzü bile görememişiz! Hele bir de on dördüncü olup küme düşmekten son anda kurtulunca tümden canımız sıkılmış ya, takım yine bizim takımımız, forma yine bordo-mavi…

Ha, dolar demiştim ya, cebinde gavur parası bulunduranı içeri tıkmıyorlarmış artık. Vatandaşın işi gücü o gün doların kaç para olduğunu takip etmek olmuş. Trabzonspor’un bütçesi de, geliri de, borcu da dolar olarak hesaplanmakta. Formasındaki sökükleri dikip maça çıkan, iki milyon lirayı bir araya getiremese de nice kupayı Trabzon’a getiren Trabzonspor’un kasasından on milyonlarca dolar gelip geçmiş bu arada. Parayı çarçur etmede şampiyon oluyormuş her yıl bizim kulüp. İstanbul takımları gibi yabancı oyuncular, yabancı hocalar almışız ya, neredeyse hiçbiri yararlı olamamış. Yerli malı kadrolarla ve bizim Suat ile Özkan dışındakilerle kazanılmış bir tek şampiyonluk bile yokmuş.

Maraş caddesi çok gürültülü olur, Kunduracılar’dan şöyle bir yürüyeyim sakin kafayla, demişim. Postane’nin oradan binecekmişim dolmuşa. Sağlı sollu, sıra sıra spor mağazaları… Ne garip! Trabzonspor forması kadar, Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş formaları var neredeyse vitrinlerde, askılarda. Kaşkollar, şapkalar, bayraklar; bordo-mavi kadar, sarı-kırmızı, sarı-lacivert, siyah-beyaz… İrkilip uyanmışım; hayırdır inşallah!..”

Kati suretle “Hayır” denemeyecek, aksine, kesin bir reddedişle ve yanık bir yürekle “Hayır!” diye isyan edilecek yukarıdaki mizansen, ne mizanseni, maalesef gerçeğin ta kendisi, Trabzonspor’un “efsane” unvanını kazandığı o müthiş dönemin sonraları için bir gözden geçirme denemesiydi. İnsan zaman zaman kendine sormadan edemiyor: Trabzonspor’un, en görkemli kısmı sadece bir dekada yayılan o “fırtına” dönemi mi bir rüya idi, yoksa son yıllarda yaşanan bu kısır ve kasvetli devir mi bir kabus?

Şüphesiz, durumu gerçeküstü boyuta taşıma hevesinin, Trabzonspor’un bugününe ve yarınına bir yararı olması olanak dışıdır. Hem o rüya gibi günler, hem de şimdiki kabus ve karabasan ana temalı dönem gerçeğin ta kendisidir. Trabzonspor’u çözüme ulaştırabilecek yöntem ise, gerek başarı dolu yıllardaki ve gerekse son dönemdeki ögeleri, iç ve dış koşulları, olumlu ve olumsuz etkenleri titiz ve sabırlı bir inceleme ile tek tek belirlemek ve sonrasında da, doğru ama dosdoğru bir değerlendirme yapmaktır. Zira, kişilerin ve kurumların varlıklarını ve ağırlıklarını uzun vadeye yayabilmeleri için ellerindeki en önemli değerler, başarılarından ve başarısızlıklarından çıkaracakları derslerdir.

Geriye dönüp, lakin öyle omzumuzun üzerinden yarım pozisyonla değil, tamamıyla ve kararlılıkla dönüp bakmamız lazım: Biz, bir uzun dönem nasıl başarılı olduk? Neleri bu kadar doğru yaptık da hep kazandık? Buna karşılık rakiplerimiz, o zamanlar hangi yanlışlar içindeydiler? Peki, biz o başarıları kazanırken, bir yandan da, bunların çok uzun soluklu olabilmesi için ileriye dönük bazı yatırımlar yapıp, bir takım önlemler alıyor muyduk? Yoksa yoksa, çok şeyin nasılsa denk geldiği bir dönem içindeydik de, “Bu değirmenin suyu nerden geliyor” diye düşünmeden, “Bir gün gelip bu kazancın kaynağı tükenecek” demeden zaferlerin keyfini mi sürüyorduk?

Kimbilir, belki, o dönemin sosyal, ekonomik ve siyasi koşulları bizim işimize yarıyor ve normal şartlarda kolayına rekabet edemeyeceğimiz kurumları fersah fersah geride bırakmamızı sağlıyordu. Peki, o koşulların hangileri sonradan nasıl ve ne kadar değişti? Biz, bu değişen şartlara ne kadar uyum sağlayabildik -ya da sağlayamadık-? Söz konusu değişiklikler rakiplerimizi tekrar canlandırıp önce yanımıza kadar ve sonrasında önümüze doğru itelediğinde biz neler yaptık? Bakınız, neler hissettik değil, somut olarak, neler yaptık? Başarı düzeyi ve kupa sayısı olarak benzediğimiz rakiplerimizin, sadece kendi koşullarında doğru sayılabilecek hangi adımlarını taklit etmeye çalıştık, bire bir alıp kendi bünyemize nakletmeye çalıştık?

Ya ülkenin genel profili nasıl bir değişim gösterdi bu süreçte? Hangi ekonomik, hangi sosyolojik değişiklikler yaşandı? Hangi değerler yükseldi, hangi değerler alçaldı? Ülkenin dünya ile iletişimi nasıl gelişti, biz bunun neresinde kaldık? Buna karşılık, rakiplerimiz bu gelişmelerden nasıl yararlandı? Irmağın yatağı ve eğimi –maddi manevi- onlara doğru nasıl bir değişim gösterdi? Peki, bu “transformasyon”un, kesinlikle rakiplerimize yarayan bu devrin bir sonu gelebilir mi? Yoksa geldi bile mi? Türkiye’nin bu kez yaşaması muhtemel gelişmeler, bir dönemin Trabzonspor’u gibi, kendi üretip kendi kullanan ve bir yandan da çevresini aydınlatan bir kurumu yeniden canlandırabilir mi? Trabzonspor, kendine gelip ülkenin –şükürler olsun ki- nihayetinde mecbur kaldığı bu “çağdaş ve sosyal devletlere benzeme” çabasından faydalanarak ve kendine düşen dersi de çıkararak bir atılım fırsatı yakalayabilir mi?

Şimdi hep birlikte bulmaya çalışalım; bunca sorunun hangilerinin yanıtı “evet”, hangilerininki “hayır”… Doğru “evet”lerle, doğru “hayır”ları seçelim hep beraber. Buna gerçekten ihtiyacımız var. Trabzonspor’un buna ihtiyacı var. Trabzonspor’un bize ve bizim doğrularımıza ihtiyacı var…