Fırtına, İhtilal, Efsane,Trabzonspor

Ben Senin Babanım Yavrum, Bu Da Bizim Takımımız

1991-92 sezonu; Gölcük Deniz Hastanesi’nde askerliğimi yapıyorum. Trabzonspor’un yıldızı, uzun süredir çok sönük. Gölcük’te, dertleşecek, “Trabzonspor nasıl kurtulur?” sorusuna birlikte cevap arayacak çok sayıda Trabzonsporlu var; ama en sıkı Trabzonsporlu bizim Zeki. Onunla, Samsun Sahra Sıhhiye’de temel eğitim döneminde tanışmıştık. Aslen İstanbul’lu, İstanbul mezunu. Konya’da, Selçuk Üniversitesi’nde psikiyatri ihtisası yapmış. Önceleri, kendi semtinin takımını, Beşiktaş’ı tutuyormuş; sonradan, aklı erdikçe ve Trabzonspor’un etkileyici performansına şahit oldukça bordo-mavi’ye gönül vermeye başlamış. Ben tanıdığımda Trabzonsporluluğun zirvesine çoktan ulaşmıştı bile!

Sabah vizitini yaptıktan sonra, ameliyat günü değilse, alt kata, Zeki’nin odasına çay-simit sohbetine inerdim hep. Zeki’yi, kendi hastalarının sabah değerlendirmesini tamamlamış, çoktan kağıt kalemi eline alıp haftanın ideal kadrosunu ve önümüzdeki sezonun transfer listesini yapmış halde bulurdum. Reçetelerin arkasına, itinalı bir yazıyla, birden çok kadro, birden çok liste hazırlar, çölde faal bir su kuyusuna rastlamışçasına parlayan gözlerle bana takdim ederdi.

O sezon, Urbain Breams’in Trabzonspor’daki ikinci yılıydı. Genç ve yetenekli futbolculara bir de Ünal Karaman eklenmiş, çetin ceviz bir takım kurulmuştu. Yine de, ligdeki durum pek iç açıcı sayılmazdı. Haliyle, bizim sohbetler de genelde karamsar havada geçerdi.

Hafta içi bir gün, genelde çarşamba akşamları, yörenin sadece o dönem için değil bugün bile sürpriz sayılabilecek konfora sahip iki otobüs firmasından biriyle İstanbul’a geçerdim. Yalova 3. Noteri olan ve oturduğu Suadiye’den her gün banliyö ile Kartal’a geçerek deniz otobüsüyle, fırtınalı günlerde ise Körfez’i dolaşarak karayoluyla işine gidip gelen Ergin amcam, kendi iş ve yol yorgunluğuna aldırmaksızın beni Yeni Sahra’da karşılardı. Kendi dönemi için geç sayılabilecek bir yaşta çoluk çocuğa karışan amcam, tüm çocukluğumuz boyunca bize amcalıktan da öte bir ağabeylik yapmış, bir dediğimizi iki etmemiş ve bizleri kendi kişilik yapımızın el verdiği ölçüde şımartmıştı. Trabzonspor’un efsaneleştiği yıllarda defalarca idarecilik görevinde bulunmuş ve kurumun güleryüzlülüğüne önemli katkılar sağlamıştı. Doğrusu, bendeki, tadına doyulmaz Trabzonspor sevgisi de çokça onun eseriydi.

Amcamın oğlu Yiğitcan, Trabzon’da doğmuştu. Trabzonspor’un son şampiyonluklarında yerküre üzerindeydi; ama bizim sevincimize ortak olacak yaşa henüz ulaşamamıştı. İstanbul’a taşındıklarında ve Yiğitcan artık bir okul çocuğu olduğunda ise Trabzonspor’un, önce duraklama ve sonra da gerileme dönemi başlamıştı.

Evlerine ulaşıp Yiğitcan’ın odasına girdiğimde, hiç aklıma gelmeyecek bir tabloyla karşılaştım: Oda, kapısından dolabına, neredeyse dört duvarını da kaplayacak şekilde Fenerbahçe posterleri ve armalarıyla doluydu. Yiğitcan on iki yaşındaydı; Trabzonspor sekiz yıldır şampiyon olamıyordu…

Kendisine durumu sorduğumda, bana, iki takımı olduğunu, hem memleketinin hem de semtinin takımına sempati duyduğunu söyledi. Yine de -duvarlar tam teşekküllü olsa da- içi rahat değildi. Konuştukça, Trabzonspor’un kötü sonuçla kapadığı haftalarda, okuldaki arkadaşları tarafından alaya alındığını, yenik düşmüş bir taşralı muamelesi görmekten kurtulmak için böyle bir seçime mecbur kaldığını anladım. O yaşta bir çocuk için böyle şeylerin ne kadar önem taşıdığı açıktı. Zorlanan, sadece Trabzonspor değildi…

O akşamdan sonraki İstanbul ziyaretlerimi uzunca bir süre için Yiğitcan’a ayırdım. Kendisine, bizim takımımızın neden Trabzonspor olduğunu ve niye başka bir takım tutamayacağımızı, yani, kendi inandığım bir doğruyu anlatmaya çalıştım. Biraz da şansım yaver gitti ve Trabzonspor o sezon Türkiye Kupası’nı kazandı. Şeyhmuz’un Bursaspor ağlarına giden beşinci golü sonrası koşarak nöbet odasına gelen Zeki ile kucaklaşırken gözlerimi dolduran sevinç gözyaşlarıma dikkatle bakanlar, her bir damlada kuzenimin o sevimli, o gülen yüzünü seyredebilirlerdi… Askerlik görevim biterken, Trabzonsporluluk ödevim de tamamlanmıştı: Yiğitcan, sadece ve her zaman Trabzonsporlu idi…

Bugün, yukarıda sözünü ettiğim dönemin üzerinden bir dekat daha geçti. Trabzonspor, bu ek süre içinde de, lig şampiyonluğuna bir kez olsun uzanamadı. İstanbul’da yerleşik güçlü rakipleri ile oynadığı maçların çoğunu ve yine İstanbul’da yerleşik Trabzonlu miniklerin de bir çoğunu kaybetti. Bugün, bırakın İstanbul’u, Trabzon’da yaşayan birçok çocuk ve genç artık Trabzonspor dışındaki takımların taraftarı. Trabzonsporluların çocukları Trabzonsporlu değil. Ülkenin diğer kentlerindeki Trabzonsporlu oranı da giderek düşüyor ya, Trabzonlu ana-babaların çocuklarının, Galatasaray veya Fenerbahçe taraftarlığını seçmeleri en büyük yara.

Bu taraftar erozyonu, bu özbenlik kaybı, ne yazık ki, altından kolay kalkılabilecek bir sorun gibi gözükmüyor. Trabzonspor’un yıldızının çok parlak olduğu dönemde dışarıdan Trabzonspor’a büyük katılım sağlayan bu “kimlik” kazanım manevrası, artık Trabzonspor’un ve Trabzon’un kendi insanının, son dönemin -veya her dönemin- muteber kimliklerine meyletmesine neden oluyor. Bunu, Yavuz Saltık’ın, kendi araştırmasının verilerini ayrıntılı olarak tartıştığı yazısında da açıkça göreceksiniz. Peki, Trabzonsporlu bir baba, çocuğunun her şeye rağmen, kendisi gibi Trabzonsporlu olması için bir şey yapabilir mi?

Öncelikle, her Trabzonsporlunun şunu asla unutmaması ve çocuklarına da anlatması gerekir ki, Trabzonspor, Allah’ın, Türk futboluna en büyük lütuflarından biridir. Ne bu ülkede, ne de dünyada eşi benzeri bulunamaz. Türkiye’de hiçbir şehir yoktur ki, kendisine futbol adına bunca güzellik, bunca onur, bunca gurur bahşedilmiş olsun. Ve bu, -futbola uzak, futbola soğuk bir insan için anlamlı gelmeyebilir ama- futbolu ve futbol taraftarlığını önemseyen ve hayatının bir parçası haline getirenler için çok ciddi bir durum olsa gerektir. Bu nedenle, yetişkin ve aklı başında bir Trabzonlu’nun, Trabzonsporlu’nun, Trabzonspor’dan başka bir kimliğe ihtiyacı olmadığını görmesi çok zor değildir. Ancak, durum, çocuklarımız için bu kadar net değildir.

Çocuk, doğası gereği, hep göz önünde olanı, hep başkalarında, arkadaşlarında olanı ister. En güzel renkli oyuncaklar hep onun olmalıdır; herkes onun elindekine imrenmelidir. Futbol kulübü taraftarlığı, çocuk için bir kimlikten önce bir oyuncaktır da. Ve, hiç de az olmayan sıklıkta değiştirilebilen bir oyuncaktır. Bir gün, parlak döneminde A takımını tutan bir çocuk, ertesi gün onun yıldızı sönüp B’ninki parıldadığında tercihini değiştirebilir. Bu doğal gerçekler Türk futbolunun değişmez gerçekleriyle desteklenir ve sadece en büyük kent ve asıl belirleyici konumunda olan İstanbul’daki değil, ülkenin dört bir yanındaki çocuklar birer birer, üç malum İstanbul kulübünün taraftarı haline gelir.

Oysa Trabzonsporlu bir ailenin çocuğu için olay daha farklıdır; en azından öyle olmalıdır. Bir Trabzonlu, -bağışlasınlar- bir Çankırılı’dan, bir Manisalı’dan, bir Adıyamanlı’dan, bir Karslı’dan, bir Edirneli’den, bir Karamanlı’dan farklı olarak, etkinliği kanıtlanmış ve saygınlığı yerleşmiş bir özel değere sahiptir. O insanlarımızın çoğu gibi bir üstkimlik ihtiyacı yoktur. Kendi memleketi, doğrudan kendi kimliğidir. Üstelik o kimlik, Trabzonlu olmayan, ama özelde futbolumuza ve fakat genelde hemen her şeyimize yıllar yılı damgasını vuran adaletsizliğe, eşitliksizliğe, tekelciliğe, sömürgeciliğe isyan eden insanımıza da sağlam bir üstkimlik olmuştur.

İşte Trabzonsporlu bir baba veya anne, çocuğuna, bunları, onun anlayabileceği bir dilde anlatabilir, anlatmalıdır. Ancak, belki daha iyisi, daha basit bir yönteme başvurmasıdır. Hem bu yol, mutlak başarıya ve vaade değil, katıksız, karşılıksız ve olabildiğince beklentisiz bir sevgiye bağlı, bir ebeveynin çocuğu ile arasındaki doğal bağın tertemizliğiyle çok daha uyumludur:

– Bak yavrum; ben senin babanım değil mi? Şüphesiz, arkadaşlarının babaları arasında, benden çok daha zengin, çok daha yakışıklı, daha ünlü, daha güçlü kuvvetli, daha çok para kazanan, daha lüks arabası olanlar vardır. Beni reddedip onlardan birinin çocuğu olmak ister misin? Ya da annenden başka bir annenin. Bizim evimizden daha büyük, daha konforlu bir evin çocuğu olmak için bizleri terk eder misin?

Ayrıca, ona deyin ki, “Belki bugün imkanlarımız kısıtlı, standardımız arzu ettiğimizden düşük. Ama birbirimize destek olursak, çok çalışırsak, günün birinde çok daha iyi bir evde oturur, çok daha lüks bir arabaya biner hale gelebiliriz. Bunu, annenle ben göremesek bile sen veya senin çocuğun görebilir. Ancak, en önemlisi, birbirimizi seversek ve birbirimize bağlı kalırsak daima ve çok mutlu olabiliriz.”

Yine de Trabzonspor’un kaybettiği, özellikle şampiyonluk yaşamış diğer takımlara yenildiği günler çocukların en zayıf zamanlardır. Ertesi gün okulda arkadaşları tarafından alay konusu olacağı korkusuyla “Biz neden Trabzonsporluyuz baba? Neden Trabzonspor böyle yeniliyor?” diye soran çocuğumuza hak vermek zorunda hissedebiliriz kendimizi. Ancak unutmamamız ve çocuğumuza da hatırlatmamız gerekir ki, Trabzonspor’un kötü dönemleri, yenilgileri sevdiğimiz bir kişinin hasta olması gibidir. Bu hastalık kısa süreli de, kronik de olabilir. Lakin burada yapılması en doğru olan şey, hasta olan varlığımıza her zamankinden daha çok sevgi beslemek, daha çok destek olmak ve daha onu çok sakınmaktır. Tıpkı bir babanın çocuğunun hastalığında hissettikleri, yaptıkları gibi. Tıpkı evladın babasının hastalığında yapması gereken gibi.

Elbette, ne bu yöntemlerin, ne de sizin geliştirebileceğiniz diğerlerinin garantisi yoktur. Ancak, kaybedeceğiniz bir şey de yoktur. O halde, çocuğunuza bunları anlatın, Trabzonspor’un bu ülkede şampiyonluğa ulaşmış diğer kulüplerden farklı olarak egemen güçlerin isteğiyle ve desteğiyle her türlü kazanca talip olan bir kurum değil, sadece ve sadece kendi emeği ile bir yere gelen ve orada tutunmaya çalışan, bu çabasında da hiçbir zaman dürüstlükten ve alçakgönüllülükten şaşmayan bir aile olduğunu bir açıklayın. İşte, bir kez de bu nedenle, çocuğunuzu, kendine güvenen, kendine yeten, kendinden ve kendi gibilerden utanmayan ve kendi olmaktan gurur duyan bir insan olarak yetiştirmeye çalışın. Kişiliğinin böyle şekillenmesi halinde ve futbola sizin kadar ilgi duyması durumunda Trabzonspor taraftarı olma olasılığının zaten kat be kat artacağını unutmayın. Ayrıca, Trabzonspor’un yeni taraftarlar kadar, hatta ondan daha çok nitelikli insana, kurumdan bir şeyler almaya niyetli değil, çok vermeye, çok şey katmaya hevesli bireylere ihtiyaç duyduğu apaçıktır.

Dedim ya, tüm bunlara rağmen çocuğunuzun Trabzonsporlu olmasını garanti altına alamazsınız. Tıpkı, bu satırların yazarı ve bu önerilerin sahibi gibi. Ancak, siz yine de, çocuğunuza ve kurumunuza karşı görevinizi yerine getirin; çocuğunuza şunu anlatın:

– Ben senin babanım yavrum, bu da bizim takımımız. Biz Trabzonsporluyuz çocuğum, Trabzonspor biziz!..